Selamlar! Uğruna cihad dahi yapılmayan, ya sen benim inancıma neden saygı göstermiyorsun diyerek kafa kesilmeyen, onu geçtim yumruk, onu da geçtim laf bile atılmayan, kadınların bile taşlanmadığı, Zen Budizm felsefesinden 10 adet, hoşuma giden, hoşunuza gidecek olan, bazıları hemen anlaşılacak, bazılarının anlaşılabilmesi için biraz zamana ihtiyacınız olacak hikâye paylaşacağım. Türkçe'de anlamı karşılamayan bazı kelimeler olduğu için en anlaşılabilecek şekilde Türkçe'ye çevirdim. Haydi o zaman;
İşe Yaramayan Hayat
Yaşlanmış, artık tarlalarda çalışamayan bir çiftçi. Bu yüzden bütün günlerini verandanın altında oturarak geçirmekte. Oğlu ise tarlada çalışırken sürekli olarak babasının veranda altında oturur vaziyetini inceler.
"Artık hiçbir işe yaramıyor! Hiçbir iş yapmadan, yan gelip yatıyor!" diye düşünür. Bu durumdan bıkan oğlan, tahta bir tabut yapar, verandaya getirir ve babasına içine girmesini söyler.
Babası hiçbir şey söylemeden içine girer, oğlu tabutu üstüne kapatır ve şehrin en yüksek yamacına doğru götürür.
Yamaca ulaşmak üzereyken, ufak bir tıklama sesi duyar ve tabutun kapağını açar. Babası huzurlu bir şekilde tabutun içinde yatmaktadır ve kendisine bakıp; "Biliyorum, beni bu yamaçtan aşağı atacaksın, ama bundan önce senden bir şey rica edebilir miyim?" der. Oğlu da "Ne istiyorsun?" diye cevap verir. "İsteğin beni bu yamaçtan aşağı atmaksa, atabilirsin. Ama bu güzel tahta tabutu benimle beraber harcama. Çocuklarının ihtiyacı olabilir." der.
Sıkı Çalışma
Bir dövüş sanatı öğrencisi ciddi bir şekilde bir ustanın yanına gider ve "Sizin dövüş sanatınızı öğrenmeye kendimi adayacağım. Öğrenmem ne kadar sürer?" der.
Usta normal bir şekilde "On yıl sürer." diye cevap verir. Sabırsız öğrenci bu sefer "Ama ben bu süreden önce ustalaşmak istiyorum. Çok sıkı çalışacağım. Her gün devam edeceğim çalışmaya. Gerekirse günde on saatten fazla çalışacağım. O zaman ne kadar sürer?" der.
Bir anlık düşünceden sonra "Yirmi sene." diye cevap verir usta.
Çalınması Mümkün Olmayan Ay
Zen ustası Ryokan, bir dağın eteğinde, bir klubede sürülebilecek en basit hayatı sürmektedir. Bir öğle vakti, klübede Ryokan yokken, bir hırsız sadece çalınacak bir şey var mı burada diye merak ettiğinden, klübeye girer.
Ryokan geri döner, hırsızı yakalar ve ona şöyle söyler; "Uzun bir yoldan geliyor olmalısın. Elin boş gitme, lütfen kıyafetlerimi kabul et."
Hırsız kıyafetleri alır, sırra kadem basar.
Ryokan çıplak bir şekilde oturur, ayı izler. "Ah zavallı dost," diye içinden geçirir. "Keşke sana bu güzel ayı verebilseydim." der.
Bir Bardak Çay
Meiji dönemi'nde (1868-1912) yaşayan Japon üstad Nan-in, Zen felsefesini öğrenmek isteyen bir profesörü ağırlar.
Nan-in çay servis eder. Bardak dolu olmasına rağmen, koymaya devam eder.
Profesör çayın taşmasına daha fazla dayanamayarak, "Bardak dolu. Daha fazla koysanız da, girmeyecek." der.
"Bu bardak gibi," der Nan-in "Siz de düşünceleriniz ve fikirlerinizle dolusunuz. Bardağınızı boşaltmadan size Zen'i nasıl gösterebilirim ki?"
Cennetin Kapıları
Nobushige adından bir asker Hakuin'e gelir ve "Gerçekten cennet ve cehennem var mı?" diye sorar.
"Siz kimsiniz?" der Hakuin. Asker de "Ben bir samurayım!" diye cevaplar.
"Sen, asker!" diye bağırır Hakuin. "Hangi hükümdar senin gibi birini yanına koruma olarak alır ki? Yüzün bir dilenciye benziyor!" der. Nobushige sinirlenir ve kılıcını çeker, Hakuin konuşmaya devam eder "Demek bir kılıcın var! Kılıcın kafamı kesmek için muhtemelen fazla kör." der.
Nobushige kılıcını çektikten sonra Hakuin "İşte Cehennmin Kapıları!" diye belirtir. Nobushige üstadın sözlerinden sonra, kılıcını kınına geri sokar ve önünde diz çöker.
Bunun üstüne Hakuin "İşte Cennetin Kapıları!" der.
Öteki Taraf
Genç bir Budist yolculuğu esnasında geniş bir ırmağın kenarına gelir. Önündeki büyük engele bakarak, saatlerce böyle bir ırmağı nasıl geçebileceğini düşünür.
Tam yolculuğunu burada kesmeye karar vermişken ırmağın öteki tarafında bir üstad görür. Genç Budist, "Bilge kişi, bana nehrin öteki tarafına nasıl geçebileceğimi söyler misin?" der.
Üstad ırmağa şöyle bir göz atar ve geri cevap verir, "Evladım, sen zaten öteki taraftasın."
Ölüm Vakti
Zen üstadı Ikkyu henüz küçük bir erkek çocuğu iken bile zeki biriydi. Üstadının nadir bulunan, antika bir bardağı vardı. Ikkyu bu bardağı kırmış bulunmuştur ve ne yapacağını bilememektedir. Tam bu esnada üstadının ayak seslerini duyar ve bardağın kırık parçalarını eline alır. Üstadı geldiğinde, Ikkyu "Neden insanlar ölmek zorunda?" diye soru yöneltir ona.
"Doğal bir sonuç bu," der üstadı ve devam eder "Her şeyin bir ömrü vardır."
Ikkyu elindeki bardağın parçalarını göstererek, "Bardağının ömrü buraya kadarmış." der.
Hareket Eden Zihin
İki adam rüzgâr esnasındaki bayrağın hareketi hakkında hararetli bir tartışmaya tutuşur.
Biri hareket edenin bayrak olduğunu, diğeri de rüzgâr olduğunu söylemektedir.
O esnada oradan geçen bir Zen üstadı tartışmaya kulak misafiri olur ve araya girer "Hareket eden ne rüzgâr ne de bayrak." der, "Asıl hareket eden zihinleriniz!"
Geçecektir
Öğrenci bir gün meditasyon hocasına gider "Meditasyon yapamıyorum! Ya dikkatim dağılıyor, ya bacaklarım uyuşuyor ya da uyuya kalıyorum!" der.
"Geçecektir." der sakin bir şekilde hocası.
Öğrenci bir hafta sonra geri gelir, bu sefer "Her şey harika! Aydınlanmış hissediyorum, huzur dolu, yaşam dolu! Muhteşem!" der.
"Geçecektir." der sakin bir şekilde hocası.
Heyecanlı Yarış
Bir gün adam ormanda yürüyüş yaparken, hırçın bir kaplana denk gelir. Kaçmaya başlar ama soluğu uçurum kenarında alır. Umutsuzca kendisini kurtarmak isteyen adam, uçurumdaki üzüm salkımına doğru sarkar.
Salkımda sarkık bir şekilde dururken, delikten farelerin çıkıp salkımı kemirmeye başladıklarını görür.
Aniden salkımdaki üzüm gözüne ilişir, koparıp ağzına götürür. Tadının ne kadar muhteşem olduğunu düşünür!
"Beni bilenler size söyleyecektir, makbul biri değilim. Hep kötü adamı sevdim. Kanun tanımayan, serserileri. Her gün sinek kaydı traş olan, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim. Dişleri, usları ve yolları kırık. Küçük sürprizlerle, anlık patlamalarla doludurlar. Ucuz kadınları severim; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınları. Serserilerin yanında rahat ederim. Ben de onlardan biriyim. Kanun sevmem, kural sevmem, ahlâk sevmem, din sevmem ve toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam."
Böyle bahseder Charles Bukowski kendinden, Ölüler Böyle Sever kitabında. Yeraltı Edebiyatı nedir, ne değildir'de Bukowski'ye ayrı bir entry açacağımı söylemiştim ve açıyorum. Pis Moruğu, kendi gözünden,nacizane kendi gözümden ve zamanında onunla tanışma şerefine nail olmuş kişilerin anı ve alıntılarıyla anlatacağım.
Polonya asıllı Alman bir asker baba, Alman bir terzi anne. Ağustos ayının 16. gününde, 1920 yılında Almanya'da gözlerini açtı hayata Bukowski. O henüz iki yaşındayken Amerika'ya taşındı ailesi. Los Angeles'ta yaşamaya başlayan Pis Moruğun çocukluğunun pek normal geçtiği söylenemez. Zaten eserlerine bakan birinin, Bukowski'den ne kadar normal bir çocukluk beklemesi de bir o kadar anormal beklenti olsa gerek. Peki nasıldı bu anormal çocukluk? Asker bir babanın çocuğu olduğundan bahsetmiştim. 1. Dünya savaşında cephede savaşan bir asker. Klâsik bir asker babada görebileceğimiz, otorite manyaklığı ve sinir hastalığı babasında had safhadaydı. Savaşta yaşadıklarından dolayı mı böyle biri oldu bilemiyoruz. Bukowski Ekmek Arası kitabının 51 ve 52. sayfasında şöyle anlatır babası ile olan ilişkisini;
Babam kapıyı kapattı.
"Pantolununu indir."
Ustura kayışını aldığını duydum. Sağ bacağım hâlâ ağrıyordu. Yararı yoktu, defelarca tatmıştım kayışın acısını. Dünya dışarıdaydı ve her şeye kayıtsızdı ama önemi yoktu. Milyonlarca insan vardı dışarıda, köpekler, kediler, sincaplar, binalar, sokaklar, ama önemsizdi. Sadece bir baba, ustura kayışı, banyo ve ben vardım. O kayışı usturasını bilemek için kullanırdı ve sabahın erken saatlerinde aynanın karşısında sabunlu yüzü ile traş olurken ondan nefret ederdim. Ve ilk kayış darbesini hissettim. Kayışın çıkardığı ses yüksek ve donuktu. Kayışın sesi verdiği acı kadar kötüydü neredeyse. Kayış tekrar indi. O kayışı sallayan bir makineydi sanki babam. Bir mezarın içinde olma duygusunu anımsıyorum. Kayış bir daha indi ve bu sonuncusudur mutlaka diye düşündüm. Ama değildi. Tekrar indi. Ondan nefret etmiyordum. İnanılmazdı sadece, tek isteğim ondan uzak olmaktı. Ağlayamıyordum. Ağlayamayacak kadar hastaydım, şaşkındım. Kayış bir kez daha indi. Sonra durdu. Doğrulup bekledim. Kayışı astığını duydum.
"Bir dahaki sefere, uzun çim görmek istemiyorum," dedi.
Banyodan çıktığını duydum. Banyonun kapısını kapattı. Duvar harikuladeydi, küvet harikuladeydi, lavabo ve duş perdeleri, hatta tuvalet bile harikuladeydi. Babam gitmişti."
Yazının başında kendini anlatırken diyordu ya Pis Moruk "Her gün sinek kaydı traşı olan, kravatlı tiplerden hoşlanmam." Babası işte tam anlamıyla öyle bir insandı. "Kural sevmem." Nasıl sevebilir ki? Çocukluk hayatı böyle ise. Babası neyse, tam tersi olmayı seçti Pis Moruk. Nefretini öyle kustu ona. Pis Moruğu oluşturan babası Henry Charles Bukowski'den başkası değildi. Babasından sürekli yediği dayak ritüeli 13 yaşında son kayışı yediği zaman, hiç ses çıkarmadığı zaman bitti. Babası bu durumdan korkmuştur ve yediği son dayak olmuştur. Babasını, 50 yaşında, dayak yediği o banyoda kamera karşısına geçtiğinde şöyle anımsıyordu: "Zalimin tekiydi. Beni durmadan dövüyordu." Peki anneniz ne yapıyordu bu durumda sorusuna ise şöyle cevap veriyordu; "Ben dayak yerken hep şöyle söylerdi; Baban her daim haklıdır! Hep böyle söylerdi. Tamam ara sıra haklı olduğu olurdu da, ancak %86'lık bir oranla tamamen haksızdı." [Ekmek Arası kitabında okuyabilirsiniz.]
"Eğer annen ve baban yaptıklarını sevmeye başladılarsa, işler kötüye gidiyordur. Etrafta dolanan polisler varsa, iyi bir şeyler oluyordur mutlaka. İhtiyacın olan her şey hayattadır. Diri olmalısın. Yapman gerekenler içmek, yazmak ve sekstir."
Jean Paul onun için "Amerikan Edebiyatının yaşayan en büyük şairi." yakıştırmasını yapmıştır. Amerikan Edebiyatını aşağılıyor mu Pis Moruğu yüceltiyor mu, kesin bir bilgi sahibi değiliz. Sarte'den bahsettiğimize göre ikinci seçenek daha olası gerçi. Neyse, Los Angeles Lisesi'nden mezun olduktan sonra gene Los Angeles Şehir Üniversitesi'nde sanat, gazetecilik ve edebiyat dersleri aldı. Bir sene sonra bıraktı okulu. Yazmaya ise tam bu sıralarda başladı. Birbiri ardına, yüzlerce yayınevine gönderdiği eserleri bir bir geri yollandı. Sokarım yapacağınız işe böyle yayıncılık olmaz diyip, arabasına atlayıp Amerika turuna çıktı. 10 sene boyunca hiç yazmadı. Günü birlik işlerde çalıştı. Günü birlikten başka işlerde çalışamıyordu zaten, pek ciddiye almadığı için. Bir duble viski parası kazanıyorsa şayet, onun için yeterliydi. Sert bir mizaca sahip olduğu için kadınları kolayca etkileyip, iki kelime ile hatun kaldırabilecek bir kalibredeydi. Çalışacak iş bulamadığında, içki içecek parası olmadığında başvurduğu başlıca yöntem buydu. Zengin hatunların üstünden yaşamak. [Pis Moruğun hayatının bu dönemini ayrıntılı bir şekilde anlamak isteyenleri Factotum adlı kitabını almaya ya da filmini izlemeye davet ediyoruz.] Gene de ona göre değildi bu tarz bir yaşam biçimi. Çok geçmeden bu hayatından sıkılan Pis Moruk, göçebeliği bırakığ yeni elde ettiği alışkanlığı at yarışı bahsi ve hipodrom aşkı ile beraber posta ofisinde çalışmaya başlar. 1952-1955 yılları arasına tekabül eden bu dönemde Bukowski artık o nefret ettiği sinek kaydı traşlı, kravatlı insanlardan biri haline gelmiştir. Fazla sürmedi ama ilk postane serüveni Moruğun. Gündüzleri posta ofisinde çalışıp, akşamları ise içki başında hikâyeler yazıyordu. Günlerden bir gün içkiyi fazla kaçırdı ve alkol komasına girdi, hastalanmış karaciğeriyle ölümden döndü. Doktoru bir kadeh bile içki içmen ölümcül olabilir derken o umursamadı. İçki kadehini bir kez olsun yaşamı boyunca elinden düşürmedi. Postaneden ayrıldı, daktilo satın aldı ve tekrardan yazmaya başladı. İlk defa bir hikâyesi 24 yaşındayken yayınlandı, ilk defa bir şiiri 35 yaşındayken yayınlandı. Kitaplarında da yer verdiği dergi sahibi, babası milyoner ama bunu evlenene kadar bilmediği, iki yıl boyunca dergisinde yazdığı, aslında yaşlı bir hatun olarak beklediği, karşısına dehşet-ül vahşet bir sarışın hatun çıkınca kendini kaybettiğini söylediği Barbara ile tanıştı. Ama evlilik hayatı ona göre değildi, nitekim iki yıl sürdü evliliği. Sonra gene parasızlıktan postanedeki işine geri döndü, ikinci postane serüveni on yıl sürecekti. 1965'de evlenmediği Franchis Smith'ten bir kızı oldu. Open City dergisinde yazması için teklif aldı ve kabul etti. "Objektiflik yalan. Tek gerçek subjektifliktir." mottosu olan dergi ile onun için bir çok kapıları açacak yolculuğuna başlamış oldu. İlk yazısını Hemingway üstüne yazdı. Ondan sonra ise haftalık yazdığı "Pis Moruğun Notları" adlı kendi köşesine sahip oldu. Bundan kısa bir süre sonra kendisine Pis Moruk diye hitap edilmeye başlanmıştır. 1969'da Open City dergisi kapatıldı ve L.A Free Press dergisine geçti Moruk. Blues ve jaz sanatçısı, sonradan kadim dostu olacak Tom Waits hazretleri L.A Free Press'deki Moruğun ilk yazısını gördükten sonra Born Into Thıs belgeselinde o zamanki düşüncelerini "Bu adam yüzyılın yazarı. Yazısı ise bir paçavra dergide yayınlanmış." şeklinde anlatıyor. Bu esnada bir kaç kitap yayınlamış olan Moruk, Black Sparrow Yayın Evi'nin Sahibi John Martin'in ilgisini çekiyor. John Martin Moruğun daha büyük kitlelere hitap edebileceğini, büyük bir potansiyele sahip olduğunu görüyor. Bukowski'nin postanedeki işinden ayrılıp, kendini tamamen yazmaya vermesi gerektiğini düşünüyordu. Bukowski ise bu fikre tamamen karşı çıkıyordu.
"Memur haklarımdan istifa edip, kendimi tamamen yazmaya verdim diyelim. Burada da başaramazsam, başka ne yapabilirim?" diyordu. John'un ısrarlarına dayanamadı ve bir gece oturdular aylık giderini hesapladılar Moruğun. Sigaraya 3,5 dolar, yemeğe ise 19 dolar gider diye hesapladılar. Kirası 60 dolar, çocuk yardımı olarak da 15 dolar ödüyordu. Toplamda 100 dolarlık bir meblağaya ulaşmışlardı. Bunun üzerine John, "İşe yarar mı bilmem ama sana bundan sonra, sana her ay 100 dolar vereceğim, ama sen de işten ayrılıp tam zamanlı olarak yazacaksın,"dedi. Bunun üstüne postaneden son defa ayrıldı Moruk. L.A Free Press'den Black Sparrow Yayınevi'ne geçti, burada şiir yazmaya başladı. Tarih 2 Ocak 1970 idi. İlk romanı Postane'yi de bu dönemde çıkardı. Bir röportajında bu romanı, işinden ayrıldıktan sonraki 20 gecede, 210 bira, 20 şişe viski ve 80 tane puro eşliğinde yazdığını söyler. 1975'te ikinci romanı olan Factotum'u çıkardı. Bu romanda Henry Chinaski adındaki baş kahraman, oradan oraya geziyor, içiyor, kavga ediyor ve günübirlik işlerde çalışıyor ve at yarışı oynuyordu. Anlatım tarzı her zaman sadeydi Pis Moruğun, gerçekçi bir dil kullandı bütün eserlerinde. Bir mesaj verme kaygısı gütmüyordu "Ben buyum, bu da benim eserim. İster okursunuz, ister okumazsınız çok da sikimde." diyordu. Ama işin aslı insanlar tarafından kabul görmek, takdir edilmek istiyordu. Şundan da korkuyordu bir yandan, kabul edilip kendi ruhundan vazgeçeceğinden. Nitekim öyle de oldu. En sevdiğim şiiri, Mavi Kuş'ta kendisi anlatıyor zaten bu durumu;
Bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm, kal,
diyorum ona, kimsenin
seni görmesine izin veremem.
...
bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama viski döküyorum üstüne
sigara dumanına
boğuyorum,
fahişeler, barmenler ve
bakkal çırakları hiçbir zaman
bilmiyorlar onun orada
olduğunu.
bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm,
yat lan aşağı, diyorum ona,
ocağıma incir dikmek mi
niyetin? Avrupa'daki kitap
satışlarını sabote etmek mi?
bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama zekiyim, sadece
geceleri izin veriyorum çıkmasına,
herkes yattıktan sonra.
orada olduğunu biliyorum, derim
ona, kederlenme
artık.
sonra yerine koyarım yine
ama hafifçe öter
tamamen ölmesine de izin
vermiyorum
ve birlikte uyuyoruz
gizli antlaşmamızla
ve insanı ağlatacak kadar
güzel, ama ben
ağlamam, ya
siz?
"Affedin beni. Siz benim özümü aldınız, ben sizin paranızı." Hayatı boyunca kelebeklerin, arıların konduğu bir çiçek olmak istediğinden, ama sineklerin konduğu boktan öteye gidemediğinden bahsetti Pis Moruk. Samimi bulundu her zaman Bukowski. İşin laf cambazlığına kaçmadı hiçbir zaman. Post-modernizm akımının o zamandaki tillahıydı. Yeraltı Edebiyatı'nı kasıp kavurdu, ondan iyisi yoktu. Bir daha sinek kaydı traş olmak ya da kravat takmak zorunda kalmadı. "İki seçenekten birini seçmek zorundaydım. Ya posta ofisinde kalıp kafayı yemek ya da yazar olmaya oynayıp aç kalmak. Ben aç kalmayı seçtim."
Aldığı bu radikal karar önünü açtı her şeyin, yeri geldi günde bir kereye mahsus olmak üzere 50 Cent'lik çikolata ile giderdi yemek ihtiyacını. Ama yazmaktan vazgeçmedi. Tolstoy'dan nefret etti, Shakespeare'e küfürler yağdırdı. Ona dikta edilen her şeyi reddetti. Hemingway'e saygı duydu. Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabı en sevdiğiydi. Öleceği güne kadar hayatının olmazsa olmazı üç ilkeden vazgeçmedi. Hipodroma gidip at yarışı oynamak, içki içmek ve kadınlar. Bar kavgalarından eksik olmadı, az dayak yemedi jargonu yüzünden. "Rezil oluyorum ama kimin sikinde" dedi her seferinde. Polislerden nefret etti. Özellikle sarhoş olduğu zamanlarda. Onların sarhoşları nezarethaneye değil, evlerine, yataklarına götürmesi gerektiğini yineleyip durdu. Anti-kapitalistti Bukowski. "Kapitalizm komünizmi yendi. Şimdi de kendini yiyor." diye anlatır Kapitalizmi. Üniversiteleri de gereksiz buluyordu. "Üniversite yaşamı yumuşak ve gerçeklerden uzaktı. Dışarıda, gerçek dünyada seni nelerin beklediğinden söz etmiyorlardı. Beynini teorilerle dolduruyor, kaldırımların ne kadar sert olduğunu söylemiyorlardı. Üniversite tahsili insanı sonsuza denk mahvedebilirdi. Kitaplar yumuşatıyordu insanı. Kitabını bırakıp sokağa çıktığında kitapların sana söz etmedikleri şeyleri bilmek zorundaydın." Açık sözlülüğünden çoğu yakın arkadaşı onunla görüşmeyi kesti. Klasik müzik dinlediği tek türdü. Kadınlar kitabının arka kapağında "Kadın olsaydım, kesinlikle orospu olurdum." demiştir. Entellektüel geçinenleri, hippileri hiçbir zaman sevmedi. Bu tiplerin sanatçı olarak geçinmelerinden her zaman nefret etti ve aradaki farkı şu şekilde anlattı: "Entellektüel: basit bir şeyi karmaşık söyleyebilen kişidir, sanatçı ise zor bir şeyi kolay..."
böyle geldik,
böyle gidiyoruz
tebeşir yüzlü gülüşler gibi
bayan ölüm'ün gülüşü gibi
politik manzaraların yok oluşu gibi
kaypak bir balığın,
kaypak bir avını beklemesi gibi
bizler böyle geldik,
böyle gidiyoruz
çok masraflı hastanelere gideriz,
oralarda ölüm çok daha ucuza gelir
çok kazanan avukatlara gideriz,
suçunu kabullenmek daha ucuza gelir
kodeslerin agzına kadar doldugu,
tımarhanelerin kapandıgı bir ülkeye,
kitlelerin,
ahmakları,
zengin kahramanlara dönüştürdüğü bir ülkeye doğru gidiyoruz
böyle geldik,
böyle yaşamaktayız
bu yüzden ölmekteyiz
kısırlaştırılmış,
dışlanmış,
mirastan yoksun bırakılmışız
sırf bu yüzden
parmaklar tepkisiz tanrı'yı göstermekte
parmaklar içkiye,
haplara
ve tozlara uzanmakta
bu hazin,
öldürücü yerden
dünyaya gelmişiz
sokaklarda gözler önünde işlenen cinayetler cezasız kalmakta
sokaklarda silahlarla başı boş çeteler hüküm sürmekte
ülke işe yaramaz hale gelmekte
yiyecekler gittikçe azalmakta
herkes elinde nükleer güç bulundurmakta
patlamalar habire dünyayı sarsmakta
radyasyonlu insanlar radyasyonlu insanları yiyecek
insanoğlunun ve hayvanların, çürümüş bedenlerinin kokusu rüzgarla yayılacak
daha önce benzeri görülmemiş harika bir sessizlik geliyor
işte böyle bir yere gelmişiz
güneş orada bir yerde saklanmış bir sonraki bölümü bekliyor.
1978'de Linda King ile sahil kasabası San Pedro'ya taşındı Bukowski. 1985'te evlendiler. 9 Mart 1994'de Pulp kitabını yazdıktan kısa bir süre sonra lösemiden hayatını kaybetti. Geride şiir ve hikâye kitaplarından oluşan 45 tane eser bıraktı. Mezar taşında şu yazıyla gömüldü;
"This is my hand. I can move it. My blood gushes in it. The sun is still high in the sky. And I… I, Antonius Block, am playing chess with Death."
Bazılarınız bilecektir Ingmar Bergman'ın, özellikle de Det Sjunde Inseglet filminin bendeki yerini. Koluma kazıyacak, vücudumda taşıyacak kadar ayrıdır benim için. Durum böyleyken Bergman hakkında öznel bir tanıtım yapacağım.
Bergman İsveçli bir papaz'ın oğlu, tiyatrodan beyaz perdeye transfer olsa da her cümle arasında esasen tiyatroya bağımlı olduğunu söylerdi. Beyaz perdede üstüne olmayan Bergman'ın kendisini tiyatrocu olarak görmesi, yönettiği tiyatro oyunlarını elinizde olmadan merak etmenize yol açıyor. Bu adamın filmleri bu kalitedeyse, Woody Allen'a göre kameranın icadından beri beyaz perdeye aktarılmış en iyi filmi çeken[Persona, 1966] , kendisini tiyatrocu olarak gören Bergman'ın tiyatroda ortaya çıkardığı eserler nasıldı? Sonuç tahmin edilebilir ama oyunlar da bir o kadar merak edilir dediğim gibi. Nitekim yönettiği filmlerde de orijinleri tiyatro olan oyuncuları kullandı Bergman, hatta aynı oyuncularla onların son kullanma tarihine kadar çalışmaya devam etti. Sinemayı bıraktıktan sonra bile tiyatroya devam etti. Hayatı boyunca dönemin en iyi yönetmenlerine saygı duydu ve tonlarca kat saygıyı da onlardan geri gördü. [Bknz; Tarkovsky ve Woody Allen] Tarkovsky'nin Andrei Rublev[1966] filminden çokca etkilenmiştir. Nitekim Tarkovsky de Det Sjunde Inseglet[1956] ve Smultronstället[1957] filmlerinden etkilenmiştir Bergman'ın. Hatta şöyle bir rivayet de mevcut, Tarkovsky Sovyet Rusya'sından sürülünce ikilinin birbirini görme imkânları doğmuştur. Ama ikisi de birbirine aşırı derece saygı duyduğundan, birbirlerinin zihinlerindeki intibaları yok etmemek için görüşmekten kaçınmışlardır. İnsanın aklına Beethoven ve Goethe gelmiyor değil. "Birilerinin kalbinde veya düşüncelerinde yaşamaktansa, onların evinde yaşamayı tercih ederim." der Bergman, bu da bize ömrünü gerçek manada sinemaya nasıl adayan bir insan olduğunu gösteriyor. Ya da ölümsüz olmayı düşlüyor, kim bilir. Kendisinin ölümünden iki yıl önce 2005 yılında Time dergisi tarafından, yaşayan en büyük yönetmen olarak gösterildiğini de dip not olarak geçeyim.
Gel gelelim Bergman filmlerini nasıl aktarıyordu bizlere? İsveçli bir papazın oğlu olduğundan bahsetmiştim. Ailesinin içinde Katolikliği iliklerine kadar hissetti Bergman nitekim. Filmlerinde ise bunun tam tersini sundu bize. İsterseniz adını isyankar geçen bir ergenlik dönemi koyun ama o süreç çıkardı Bergman'ın sanatını ortaya. O ergenlik dönemine şükretmemiz gerekiyor sanırım. Det Sjunde Inseglet'de insanın tanrı imgesiyle olan savaşını net bir şekilde görebiliyoruz, hissedebiliyoruz. Pekiştirmek gerekirse Antonius Block'un Ölüm ile kilisede olan konuşmalarına bakalım;
-Tanrının kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum.
Karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok.
+Belki de kimse yoktur.
-O halde yaşam korkunç bir şey.
Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz.
+Çoğu insan ne ölümü ne de yaşamın hiçliğini düşünür.
-Ama bir gün hayatın sonlarında karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek.
+O gün...
-Korkumuzdan bir imge yaratır ve sonra o imgeye tanrı adını veririz.
Ne, ufaktan Nietzche mi görüyorsunuz? O zaman doğru görüyorsunuz. Nietzche Bergman'ın sanatında önemli bir rol oynamıştır. Nihilizmi net bir şekilde görebiliyoruz Det Sjunde Inseglet'de. Son sahnedeki "Ölüm dansı" figürü hangimizi etkilemedi çılgınlar gibi? Evet, o sahnenin dövmesi var.
Sadece Nietzche de değil, Soren Kierkagaard'in Varoluşçuluk akımından da esintiler taşır Bergman'ın eserleri. Onun filmlerini net bir şekilde anlayabilmek için bir çok konuda bilgi sahibi olmak gerekiyor. İskandinav Mitolojisi, Din, Felsefe, Psikoloji dallarını bunlardan bazı ana başlıklar olarak gösterebiliriz. Net bir şekilde anlayan kişi sayısı da tahmin edebileceğiniz üzere gayet az miktarda. Çoğu insan anlamasa da Bergman'ın sinemasından bir şekilde etkilendi, içine hapsoldu. Olay belki de Bergman'ın aklındakilerini şiirsel bir şekilde anlatmasından geçiyordu, kim bilir. Dinsel kuşkunun insanı nasıl etkilediği, insanlar arasındaki iletişimsizlik, daha doğrusu duvarlar, aşk, hiçlik ve bir çok hüsusu müthiş bir şekilde aktarmayı başardı insanlara. Bu da onu diğerlerinden ayırdı ya zaten. Hayatı boyunca 60'a yakın film çekti. Üç defa "En İyi Yabancı Film" dalında Akademi Ödülü aldı. 70'leri sanatı ile kasıp kavurdu. Woody Allen'a "Güneşli bir günde ölmek istiyorum." diyen Bergman, 89 yaşında 2007 yılının 30 Temmuz'unda uykuya daldı ve bir daha gözlerini açmadı. Dileği gerçek olmadı belki ama arkasında onun sanatını takdir eden milyonlar bıraktı. Huzur içinde uyusun.